23 Mart 2012 Cuma

İz

Baba-Kız ilişkisi dünya üzerindeki bütün platonik aşklardan çok daha karmaşık bir ilişkidir. Kütüphanemde sürekli duran ve okumak istediğim bir kitap vardı: İz. Yazarı: Canan Tan. Daha önceleri Canan Tan'ın Piraye adlı kitabını okumuştum. Piraye.. Nazım Hikmet'in aşık olduğu kadınlardan birinin adı ama kitap o kadını değil başka olayları anlatıyordu. Şu an diğer kitaptan bahsettiğim için onu anlatmaya gerek duymuyorum.
Bu kitaba başladığımda babamla aram çok kötü bir haldeydi. Onu son birkaç ay içinde defalarca kırmıştım ve o da onun yerine başka bir erkeği koyduğumu düşünmeye başlamıştı sanırım. Ama yanılıyordu çünkü hayatıma giren-çıkan hiç bir erkek, 20sene önce gözlerimiz ilk buluştuğunda aşık olduğum adamın yerine geçemezdi ki... Herkes geçicidir bir kızın hayatında hatta evlatlar bile... Genellikle tam tersini söylerler. Evlenince baba ocağı biter yar kucağı başlar diye. Ama başın dik olarak yanında yürüyebildiğin tek erkek babanın yanıdır. Neyse bu kitaba başladıktan hemen sonra ilk babamın kapı çalışınca sarılıp öptüm "Hoşgeldin Babacım" dedim ve bitti gitti herşey. Eskisinden de iyi olduk falan filan.
Kitap hakkında birşeyler söylemem gerekirse:
Kahramanımızın babasının intiharıyla başlıyor kitap. Her ne kadar öyle birşey olduğunda küs de olsam, nefret de etsem yıkılırdım ben acısından. Kadın sanki hiç etkilenmiyor dedim ama sonradan anladım ki onun seneleri babasını düşünerek onun izinden giderek geçiyor.
Bu kitapta bir baba-kızın ilişkileri, geçmişleri, anıları anlatılmıyor. Bundan biraz daha azını görüyorum. Kız babasını çok seviyor. O onun kahramanı evet ama her kız için babası kahraman değil midir zaten. Birine aşık olduğumuzda kendi beğendiğimizden çok babamıza benzerliğine bakmaz mıyız? Biri bize sevdiğin erkekteki özellikler diye sorduğunda, babamızdan çok şey katmaz mıyız?
Sonuç olarak babasının yarım bıraktığı davayı üstleniyor. Annesinden ayrılıp evlendiği kadına önyargıyla yaklaştığını, babasının onu unuttuğu sandığı dönemlerin aslında onu en çok düşündüğü zamanlar olduğunu   öğreniyor. Ve yoğun bir pişmanlık... Gerçek sevgiyi tadıp, kararını ondan kaçmakta kullanan insanlardan bu kitabın kahramanı. Cesur olduğunu zannediyor ama cesaret, zorluk karşısında kötü ve sevmediğimiz insanlara karşı yıkılmamak demek değildir bence. Gerçek cesaret sevdiğin insanların yanında mutlu olmayı seçebilmektir.
Uzun lafın kısası, hikayenin sonunda babasıyla ilgili büyük sırları öğreniyor kız. Zaten pişmanlık ve suçluluk kokan sayfalar üstümüze sinerek makasla kesilmiş gibi kesiliyor ve bitiyor. Geriye sadece kafanı yastığa koyup acaba sonunda daha neler olmuş olabilir diye düşünmek kalıyor.
Kitabın çok fazla edebi bir yönü yok. Serenad'dan sonra açıkçası onun kadar zevk verdiğini söyleyemem. Ama kadın ve kocasının çıktıkları 3günlük Karadeniz turu, bir Trabzon kızı olarak bende özlem hissettirdi bol bol buraları Karadeniz fotoğraflarıyla süsleyesim geldi...
Kitabın bölüm bölüm olan kısımlarının bir tanesinde Cemal Süreyya'nın bir şiirini iliştirmiş yazar. Bilirsiniz...:


"Sizin Hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü,kör oldum
Yıkadılar, aldılar götürdüler
Bababmdan ummazdım bunu, kör oldum"


Karadenize gittiklerindeki ilk kahvaltılarını da şöyle anlatıyor:


"Göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre içinde donatıveriyorlar masayı. Karadeniz mutfağının baş yemekelerinden biri olan ve yalnız kahvaltılarda değil, diğer öğünlerde de sofraları süsleyen, kaşar peyniri, un ve tereyağıyla yapılan mıhlama, mıhlamanın mısır unundan yapılmışı kuymak, sucuk ve erimiş peynir üzerine kırılmış sahanda yumurtalar, çeşit çeşit peynirler, zeytinler, Trabzon'un ünlü tereyağı, en şifalı olma yarışında iddialı Karadeniz balı, fırından çıkarılıp sıcak sıcak getirilen mısır ekmeği... Ve ince belli bardaklarda sunulan tavşankanı çaylar..."


Minicik çocuk ellerimi avcumun içine hapsettiğinde, yüreğim
yüreğinde eriyordu babacığım.
Parmaklarım büyüdü diye mi tutmuyorsun artık ellerimi?
Keşke hep küçük kalsalardı...